Dünyadaki ilk yazılı örneklerinin görülmeye başlandığı 7. yüzyılın sonu ile 8. yüzyılın başlarından itibaren, sonsuz anlatım gücüne ve potansiyeline sahip bir disiplin olan edebiyatın işlevi hep
tartışma konusu olmuştur. Edebiyatın işlevi dendiğinde birçok insanın aklına gelen ilk şey zevk vermesi yani
estetik heyecan ve haz uyandırmasıdır ancak edebiyatın işlevinin tek unsura indirgenmesi adeta imkansızdır.
Edebiyat çevrelerince saygı gören karşılaştırmalı
edebiyat profesörü Rita Felski “Edebiyat Ne İşe Yarar?” adlı kitabında bu unsurları dört başlık altında incelemiş ve açıklamıştır: “Tanıma, büyülenme, bilgi ve şok”. Peki gerçekten de bir metni okunurken okuyucu kendisini tanıyabilir mi? Hepimizin
roman sayfalarında
kendi izlerimizi bulduğumuz anlar olmuştur elbette. Bu konu ile ilgi Fransız yazar Proust şu meşhur gözlemi yapar: “Her okur, okuma esnasında
kendi benliğini okur. Yazarın elinden çıkan eser okurun, bu
kitap olmasaydı
kendi başına belki de hiç kavrayamayacağı şeyi fark etmesini sağlamak için yazarın okura sunduğu bir çeşit
optik araçtan ibarettir.” Kimimiz Ana’daki Pavel Vlasov’un devrimci ruhunda, kimimiz Uçurtma Avcısı’ndaki Hasan’ın masum, çocuksu sevgisinde ve dostluğunda, kimimiz ise Dönüşüm’deki Gregor Samsa’nın topluma yabancılaşmış kişiliğinde kendimizden izler görürüz. İşte bu izler sayesinde kendimizi sorgular, keşfeder ve tanımaya çalışırız.